Güney Fransa gezimiz en yoğun ve en güzel seyahatlerimizden biriydi. Gün içinde 3-4 farklı yere uğradığımız oldu. Dinlenme yolu olarak da yüzmeyi tercih ettik. Hava çok sıcak olduğu için sırt çantaları biraz zorlayıcı oldu ama birkaç günden sonra ona da alıştık. Sanırım en fazla parayı da içme suyuna ödedik:))
İlk durağımız MARSİLYA'ydı, uçağımız İstanbul-Marsilya idi, konaklama yapmamayı ve sabahtan akşama kadar şehri gezip sonra da gemiyle Korsika adasına geçmeyi planlamıştık. Marsilya tam bir liman kenti, zamanımız kısıtlı olduğu için daha çok sokaklarında gezmeyi tercih ettik. Tek istinamız meşhur "Notre Dame de La Garde" kilisesi oldu. Çan kulesinin üstünde yer alan"Madonna and Child" heykeli ile de meşhur olan bu kilise şehrin tepesinde bulunuyor. Kilise tepede olduğu için ve sırt çantalarımız nedeniyle turistik bir trenle tepeye çıktık ( tren kişi başı 7 Euro) ancak inişte yürümeyi tercih ettik, kiliseye çıkmanızı öneririm, hem kilise görülmeye değer, hem de manzara.
Tepeden inerken şehrin ara sokaklarını gezdik, gözlemlerimiz sonucunda Marsilya'nın sosyo ekonomik durumunun düşük olduğunu, binaların eski ve insanların da alım güçlerinin çok yüksek olmadığını farkettik. Marsilya'daki diğer önemli yer ise "İf Adası".
Burası Monte Kristo Kontu romanında hikayenin geçtiği yerlerden biri olduğu için meşhur (Wikipedia).
Biz zamansızlık nedeniyle adaya gidemedik ancak adaya turlar düzenleniyor.
Marsilya'da 1 günümüzü bu şekilde geçirdikten sonra bizi Korsika'ya götürecek gemimize binmemiz için tren ile TOULON'a gittik. Kişi başı 14.60 Euro'ydu.
Corsica Ferries adlı şirketin internet sitesinden Toulon-Bastia ve Calvi-Nice biletlerini 2 kişi için toplamda 172 €'ya aldık. Korsika yolculuğumuz bütün gece sürecekti, bizim en uzun gemi yolculuğumuz olacaktı, yabancısı olduğumuz bir durumdu ancak gemiye binince rahatladık, çünkü gemi çok konforlu ve büyüktü, adaya gidiş için koltuk satın almıştık ancak adadan Nice'e gidiş için ise herhangi bir rezervasyon yapmamıştık çünkü öğrendiğimize göre gemide uygun yerlerde yatıp uyunabiliyordu. O gece koltuksuz uyumanın nasıl olacağını biraz da endişeyle gözlemledik ancak hiç de korktuğumuz gibi olmadı. Restaurantın ve cafenin koltuklarında belirli bir saatten sonra uyku tulumları veya ince battaniyeler serilmişti ve herkes uyumaya başlamıştı. ancak bu koltuklarda yer bulmak biraz zor o yüzden uygun alanlarda yerlerde de yatan birçok kişi gördük, gayet rahat gözüküyorlardı, biz de dönüşte rahat edebileceğimizi düşündük.
Dediğim gibi yol uzundu ancak sabah saatlerinde Korsika'ya vardık. Bu arada gemide güneşin doğuşunu da izledik, muhteşemdi. Korsika' ya yaklaşırken güneş daha da parlamaya başlamıştı ve manzara muhteşemdi, ada karşımızda kıpkırmızı olarak duruyordu. Gemimiz adaya yanaşınca bavullarımızı hızlıca otelimize bırakıp, bir an önce denize gittik. Korsika'da özellikle bazı bölgeler turistik bölge olarak geçiyor. Ada çok büyük, her yerini gezmek mümkün değil, araştırmalarımız sonucunda Bastia, Erbalunga, L'ıle Rousse ve Calvi'ye gitmeye karar vermiştik. Bu bölgeler genel olarak kalabalıktı, turistlerin tercih ettiği bölgeler de buralardı. Fransızların özellikle tatil için Korsika adasını tercih ettiklerini öğrenmiştik. Gerçekten de bu seçim konusunda haklıydılar, adadaki deniz muhteşemdi.
Bastia ilk keşfettiğimiz yerdi, burada dikkatimizi çeken en önemli nokta kumsalın olmamasıydı yani kayalıklardan girmemiz gerekti. Tabii bu durum bölgenin doğasının hiç bozulmamasını sağlamıştı. Kayalıklardan atlaya zıplaya denize girilebiliyordu, tamam çok konforlu olduğunu söyleyemem ama bu sayede deniz tertemizdi. Ayrıca Bastia'da çok güzel bir liman yer alıyor ve limanın çevresi harika restauranlarla çevrili. Akşam yemeğiniz için tercih etmenizi öneririm. Ertesi gün tekrar yola koyulduk, Erbalunga'ya minibüs ile gidip denize girdik. Şnorkel ile balık gözlemlemek için çok uygun bir yer.
Bastia'dan sonra trenle L'ıle Rousse'a gittik. Buralar kumsal, deniz burada da çok güzel. Öğlene kadar kurulan pazardan muhteşem bir peynir, baget ve şarap aldık. Kumsalda yemeğimizi yiyerek denizin keyfini çıkarttık.
Ve ada maceramız böylece sona erdi, feribotumuz NICE'e yaklaşıyordu. Nice'e inince buranın diğer bölgelere göre çok daha büyük bir yer olduğunu farkettik. Otelimize gittik ve eşyalarımızı bıraktık. Bir an önce gezmeye başlamak istiyorduk. Nice'in belki de en muhteşem yeri sahili, deniz şehrin merkezinde olmasına rağmen gayet temiz, sahilin ucu bucağı görülmüyor, inanılmaz güzel olan bu sahil şeridine Promenade denilmekte. Nice'in görülmeye değer yeri Old Town denen bölge. Castle Hill bu bölgenin bir parçası. Biz gezimize bu tepeden başladık ve eski şehirden yürüyerek aşağıya indik. tepeye çıkmanızı öneririm çünkü Promedane ayaklarınızın altında, sahilin ne kadar uzun olduğunu buradan çok daha iyi anlayabiliyorsunuz. Tepeden aşağı inerken de sokak aralarının keyfini çıkarın, evler de çok güzel. Aşağıya indiğinizde meşhur Çiçek Pazarı'na varacaksınız. Çok güzel bir yer, çeşit çeşit çiçekler arasında güzel bir tur yapmalısınız. Ve tabii doyamadığımız harika deniz ürünleri yemekleri, seviyorsanız kaçırmayın derim. Nice merkezde denize rahatlıkla girebilirsiniz, temiz ve çok güzel.
Buraya gelmişken görmek istediğimiz diğer yer Paloma Beach'di. Bu sahilde Brad Pitt & Angelina Jolie gibi Holywood ünlülerinin güneşlendiğini ve denize girdiğini okumuştuk. Önce merkeze indik, daha sonra gitmek istediğimiz sahile gittik. Fransa'daki diğer sahiller gibi küçücük bir çit ile paralı ve parasız bölüm ayrılmıştı. Bizdeki gibi tüm kumsala çöküp, babasının malı muamelesi yapmak oralarda mümkün değil, ayrıca şezlong ve ortamdan faydalanmak isterseniz fiyatlar gene bizim memleketimize göre daha uygun. Yanlış hatırlamıyorsam kişi başı 10 Euro gibi bir rakamdı, o kadar meşhur bir yer için uygun bir ücretti ama içerideki her şey yan taraftan gözüktüğü için ödeyip girmenin hiç gereği yoktu. Resimde dikkat etmenizi istediğim diğer nokta arkada görünen şato, kime ait olduğunu bilmiyoruz ancak kesin ünlü ve çok zengin birine ait.
İlk bahsetmemiz gereken yer Monaco Kalesi. Burası için olmazsa olmaz diyebiliriz çünkü Monaco manzarası harika. Burada ayrıca güzel bir akvaryum bulunmakta. Kaleye ve akvaryuma kombin giriş bileti kişi başı 19 Euro. Kale bölgesini gezdikten sonra tekrar sahile indik. Monaco gerçekten zenginliğin ve ihtişamın merkezi, hiç görmediğimiz bir çok arabayı burada gördüğümüzü söylemeliyim, gerçi çoğu kiralıkmış, yani bir kere dünyanın parasını verip bu lüksü yaşayabilirsiniz.
Güney Fransa'nın İtalya sınırında yer alan MENTON gezi planımızda yer almayan ancak görmeye aniden karar verdiğimiz bir yerdi. İtalyanların sık sık burayı ziyaret ettiklerini okumuştuk. Burası da uzun ve harika bir sahile sahip, deniz de çok güzel, ama bizi en çok şaşırtan mimarisi oldu, evler ve sokaklar muhteşemdi, buraya gelmekle ne kadar doğru bir karar verdiğimizi düşünüyorduk, açıkçası bu kadar etkileneceğimizi hiç tahmin etmemiştik. Özellikle sahilde deniz girerken karşınızdaki manzara harika. Buraya Monaco'dan belediye otobüsleri ile çok ucuza gelmek mümkün.
Sıra denize girmeye gelmişti, burada da kumsalın tam merkezde bulunduğunu öğrenmiştik. Bu nedenle başka bir yerde denize girmek yerine merkezde denize girmeye karar verdik. Su temiz ve güzeldi ancak tek sorun sahilin biraz kalabalık olmasıydı.
Deniz keyfinden sonra sıra etrafı keşfetmeye gelmişti. Burada da güzel bir manzaraya sahip kale ilk görmek istediğimiz yerdi. Hemen yola koyulduk, evet kale ve manzarası çok güzel, büyük limanı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz ama ondan da güzeli kalenin çevresindeki ara sokaklar. Kendimizi o güzel sokaklardan bir türlü alamadık. Evlerin rengi, mimarisi, sokakların canlılığı bizi çok etkiledi.
Cannes'ın diğer önemli yeri sahil kıyısına paralel caddesi, en büyük, en pahalı ve en meşhur otellerin, restaurantların ve mağazaların bulunduğu bu caddede buram buram lüksü hissedeceksiniz.
Akşam olunca kaleye doğru çıkan sağlı sollu restoranların yer aldığı uzun; klasik yazlık mekanların o güzel ve canlı sokaklarından biri bulunuyor. Şehrin gece de ayrı güzel olduğunu söylemem lazım.
Planımızdaki diğer yer ANTIBES idi. Burası da görülmesi gereken yerler arasında yer alıyordu. Çok şirin ve küçük bir yer, diğer yerler gibi harika bir limana sahip bir sahil kasabası havasına sahip, sabah erken saatlerde pazar kurulmuştu, küçük bir pazar diye hayal etmeyin, yerin küçüklüğüne oranla pazar çok büyüktü, biz de en sevdiğimiz şeyi yapıp baget ekmeklerimizi ve harika peynirlerimizi alıp, biraz sokaklarda gezindikten sonra deniz kenarına gittik. Güzel bir yemek ve deniz keyfi yaptık. Sahil büyük değil ama deniz inanılmaz güzel, en çok keyif aldığımız yerlerden biri oldu. Burada çok hoşumuza giden bir antika pazarını gezdik. Herhangi bir şey satın almadık ama gezmek keyifliydi. Bir de bu küçük kasabada Picasso Müzesi bulunuyor. Şaşırmadık dersem yalan olur.
Ve sıra parfümün merkezi GRASSE'ye geldi. Antibes'den Grasse'ye 12.60 Euro'ya trenle gittik. Açıkçası buraya yalnızca parfüm fabrikalarını görmek istediğimiz için gelmeyi planlamıştık. Evet parfümün başkenti ancak Grasse aynı zamanda çok güzel ve huzurlu bir yer. Sokakların üstünde ince bir tel ve püskürtme sistemi ile belirli aralıklarla parfüm sıkılıyor. Gezinin her anında muhteşem bir koku ile yürüyüşünüzü sürdürüyorsunuz. Çok eski zamanlarda dünya üzerindeki parfümün önemli bir bölümü burada yapılıyormuş. Ancak günümüzde neredeyse hiç üretim yapan yer kalmamış. Sanırım yalnızca 2 adet fabrika kalmıştı. Bu fabrikalar da turistler için özel turlar yapıyor, parfüm ile ilgili tüm bilgileri öğrenebiliyorsunuz. Biz de böyle bir deneyim yaşamak istedik ve Fragonard'a ait fabrikaya gittik, zaman açısından bizi zorladı ama çok keyif aldığımız bir tur oldu. Çok hoş bir rehber eşliğinde parfüm üretimi hakkında önemli bilgiler aldık. Turun sonunda da hep olduğu gibi bir teste tabi tutulduk. Başarılı olamadığımızı söyleyebilirim. Ancak eşim de ben de buradan bir parfüm almadan çıkamadık, halen dolabımızda duruyorlar, kullanmaya kıyamadık.
Ve planımızda dünya jet sosyetesinin gözde mekanlarından biri olan St. Stropez vardı. Ancak buraya gidebilmek için ST. RAPHAEL'e gitmek gerekiyordu. St. Raphael'de çok kısa zamanımız vardı, çok hızlı bir şekilde gezebildiğimiz kadar gezdik. Daha sonra Les Bateaux de Saint-Raphael adlı firma ile kişi başı 15 €'ya St. Tropeze geçtik. St. Raphael'e ise Cannes'dan 18.80 Euro'ya trenle gittik.
ST. TROPEZ'e tekneyle yaklaşırken manzara süperdi ama dikkatimizi çeken küçük bir yer olduğuydu. Sanırım bu kadar ünlü bir yer söz konusu olunca insan hayalinde başka bir yer yaratıyor ve beklenti bayağı bir yükseliyor. Ancak burası beklediğimiz gibi değildi, sakin, sade ve huzurlu bir yerdi. Hayalimizdeki yer daha kalabalık ve canlı bir yerdi. Burası daha çok sanatçıların tatil için tercih ettikleri bir yer, zaten sokakları gezerken bunu hemen farkediyorsunuz, bir çok dükkan sanat galerisine döndürülmüş. Biz büyük bir plaj göremedik, arada küçük bir koy vardı, orada denize girmeyi tercih ettik, deniz muhteşemdi, evlerle harika bir bütünlük oluşturmuştu. Çok huzurlu ve güzel bir gün geçirdik.
St. Tropez'den sonra hemen karşı kıyıda yer alan PORT GRIMAUD'a gittik. Burası bizzat Fransızların gitmemizi önerdikleri bir yerdi. Biz de en azından bir görelim istedik. Sanırım bu kadar güzel bir yer olduğunu bilseydik, 1 tam günümüzü ayırırdık. Buraya ilk geldiğimizde kendimizi hemen sahile attık ve denize girdik, açıkçası çok yorgunduk ve biraz dinlenmek istedik, bu süre biraz uzadı ve biraz uyuduk. Planladığımızdan daha uzun bir süre burada kaldık, burası aslında bir liman, ancak sular evlerin arasına girmiş, yani bir nevi Venedik havasını yaşıyorsunuz. İnanılmaz güzel bir yer.
Fransızların diğer önerdikleri yer BORMES- LES- MIMOSAS'dı. Burası, mimoza çiçekleri ile meşhur bir köy. Bizim gittiğimiz mevsim çok sıcak olduğu için çiçeklerin çoğu kurumuştu ama kalanlarla bile o kadar güzeldi ki, bayıldık. İlkbaharda tam bir cennet olacağını tahmin ediyoruz.
Son konakladığımız yer HYERES PORT'du (buraya otobüs ile kişi başı 2 Euro'ya geldik), burası da şirin bir liman kasabası, biz daha sessiz sakin bir yer beklerken gayet hareketli ve turistlik bir yer çıktı, liman boyunca standlar açılmıştı ve çok kalabalıktı. Keyifli bir akşam yemeği yedik ve yürüyüş yaptık.
Burada kalırken IL PORQUEROLLES isimli müthiş bir adaya gittik, adada yalnızca bisiklet ile veya yaya olarak gezebiliyorsunuz. Dünya üzerindeki en güzel plajlardan biri olarak kabul edilen Notre Dame plajına yürüyerek gittik. Yürüyüş biraz uzun sürdü yalnız biranda ormanın arasından gün yüzüne çıkan bu turkuaz deniz aklımızdan çıkmayan ve içimizde kalan yerlerden biri oldu.
Buradan sonraki duraklarımız LES BAUX DE PROVENCE, AVIGNON ve ARLES oldu. Avignon'a yanlışlıkla gittik diyebilirim, iyiki de gitmişiz ama (kişi başı 40 Euro'ydu ve gene kimse bilet kontrolü yapmadı). Avignon daha iç bölgelerde yer alan tarihi kalıntıları ile meşhur bir bölge. Aslında kalıntı demek biraz haksızlık olur, Avignon'da muhteşem bir kale bizi karşıladı, gerçekten harikaydı, çok etkilendik. Ayrıca şehri surlar çevreliyor, yani surlardan geçip şehre giriyorsunuz, kale de merkezde yer alıyor.
Bu bölgeye geliş nedenimiz olan Les Baux de Provence'ı Fransız tanıdıklarımızın yardımı ile duymuştuk. Otobüs ile kolayca buraya geçtik. Ortaçağ Fransa'sını görebileceğiniz, bölgenin en çok turist alan ve en güzel köylerinden biri. Kale ve evlerin arasında gezerken kendinizi beş yüz sene önce hayal edebiliyorsunuz, aynı şekilde her şey korunmuş.
Belediye otobüsü ile 2.20 €'ya Arles'e geçtik. Burası da Avignon gibi tarihi bir yer. Şehrin ortasında kocaman bir amfitiyatro bulunuyor. Binalar, sokaklar, kafeler tarih kokuyor. Van Gogh'un da bir müzesi var.
Ve dönüş uçağımız için Arles'den Marsilya'ya 29.20 Euro'ya trenle geri dönüş yoluna geçtik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder